Yazılı, görsel ve sosyal medya sağ olsun, siyasete gömülmüş bir çevrede yaşıyorum ve bazen herkesin böyle yaşadığını varsayıyorum. Böyle bir çevreden uzaklaştığınızda, mesela sokakta yürürken gördüğünüz sıradan birinin yerine kendinizi koyar mısınız, bilmem. Yaşayışı, siyasal kimliği ve fikirleri hakkında tahmin yürütürsünüz belki. Çoğu zaman da bu kitlenin sorular sormayan, cevapları dinlemeyen bir kitle olduğunu fark edersiniz. Politik kimliklerini kapalı kapılar ardında ifşa ettiklerini anlarsınız. Peki, bu kitlelerin algıları nasıl çalışır? Popüler bir iletişim teorisi vasıtasıyla, o kapalı kapılara bir bardak dayayıp algı ritimlerini dinlemeyi deneyeceğim.

“Gündem Belirleme” (Agenda-Setting) teorisi, ABD’deki çok tartışılan 1969 seçimleri öncesinde ortaya çıkmış bir iletişim teorisi. Teori, Max McCombs ve Donald Shaw tarafından ortaya atıldı. Genel olarak, toplumun ne hakkında düşüneceğinin ve neyi önemli olarak algılayacağının kitle iletişim araçları tarafından nasıl belirlendiğini inceliyor. Kısaca, Bernard Cohen’in “Medya çoğu zaman ne düşüneceğimizi değil, şaşırtıcı bir şekilde ne hakkında düşüneceğimizi söylemekte başarılıdır” sözüyle açıklanır. Teoriye göre, belirli dönemlerde belirli konularda yaratılan gündem siyasi tercihlere etki eder veya etmez. “Gündem Belirleme” teorisi bütün olarak medya-toplum ilişkilerini ele alsa da, medyanın koşullandırmasını geri planda tutup, toplumun herhangi bir dış etken aracılığıyla siyasal olarak nasıl güdülendiğine bakalım.

Bilindiği üzere, siyasi eğilimler ekonomik durum, eğitim seviyesi ve duygusal davranışlara bağlı olarak değişiklik gösteriyor. Eğitim seviyesi yüksek olan, bilinç düzeyinde karar verenlerin politikaya ve medyaya hatırı sayılır ölçüde ilgisi var. Bu özelliklere sahip grubun –siyasi görüşü ne olursa olsun- en büyük özelliği, medya aracılığıyla belirlenen gündeme karşı savunma halinde olmaları. Yani herhangi bir algı bombardımanına maruz kaldıklarında meseleye şüpheyle yaklaşıyorlar. Ancak ideal gibi görünen bu grubun çevresi hakkında ne kadar sorumlu hissettiği, düşünsel hayatın oldukları kadar gündelik hayatın içinde olup olmadıkları tartışmalı bir konu.

Teoride belirlediği bir diğer kitle de “olay duyarlı kitle”. Rutin hayatından şikayet etmeyen bu kitle harekete geçmek için bir “tetiklemeye” ihtiyaç duyuyor. Tetiklenme durumunu da ilk elden hissetmeleri gerekiyor, zira tehlike kapılarına gelene kadar hassas değiller.

Teoriye bağlı çalışmalarda politikaya görece ilgisiz bireylerin hükümetle ilgili algı yönetimine daha meyilli oldukları yine tahmin edilen bir durum. Ancak tahminlerin dışında şöyle ilginç bir sonuç da var: Ekonomik olarak orta düzeyde olan insanların algıları, düşük ekonomik seviyedekilere göre daha kolay değişebiliyor. Küçük burjuva, tıpkı Brecht oyunlarındaki gibi ikircikli bir tavır göstererek, siyasi konumunu kendisine olumlu pay biçecek şekilde belirliyor. Burjuvazi ise algı aritmetiğini numerik olarak çalıştırıyor. İşsizlik, enflasyon gibi konulardan ziyade ancak ticari ilişkiler, vergi artışı, uluslararası ilişkiler ve yolsuzluk gibi gündemler söz konusu olunca algıları açılıyor.

Peki, olayların niteliğiyle algı yönlendirmesinin ilişkisi nedir? Bunun için olayları “sıkıntı veren” ve “daha az sıkıntı veren” olaylar diye ikiye ayırabiliriz. Sıkıntılı, yani toplumu doğrudan etkileyenler işsizlik, güvenlik endişesi ve enflasyon artışı gibi olaylar. Daha az sıkıntı veren olaylar ise refah, çevre olayları ve dış politika gelişmeleri. Okumuş kesimler daha az sıkıntılı meselelerde algısını yönlendirmeye meyilli, genç kesimler ise daha duygusal tepki veriyorlar. Doğrudan bu durumdan etkilenenler ise hassas tavır gösterenler. Bu durumlarda algı değişiminin belirgin olduğu kategori, “sıkıntı veren” olaylar olmalı diyorsanız, yanılıyorsunuz. Çünkü kitleler bu tip olaylarda yakınındakilerin tecrübelerini dinliyor. Yani komplo teorileri böyle olaylar için biçilmiş kaftan. Algı değişimi az sıkıntı veren olaylarda daha belirgin, çünkü insanlar konuya vakıf olamadıkları için şüphe refleksinden daha rahat vazgeçebiliyorlar.

İlk söylemem gerekeni en son söyleyeyim. Belleğinde en fazla iki veya üç gündem konusunu tutabilen, tüm olaylarda kafasında pek az şey canlandırabilen bir yapıdan söz ediyoruz. Hepsini bir potada eritip, mümkün olan en anlaşılabilir seviyede kitleye sunmakla başlıyor algı yönetimi. Bu durumu, “gündem belirleme” teorisinin babası Walter Lippman, “Siyasal olarak ilgilendiğimiz dünya, ulaşamadığımız, göremediğimiz ve zihnimizde canlandıramadığımız bir dünyadır. O, keşfedilmeli, hakkında haber verilmeli ve imajı oluşturulmalıdır. İnsan, tüm varoluşu bir bakışta görebilen Aristo’nun felsefesindeki tanrısal varlık değildir” sözleriyle özetliyor.